açıl sofram açıl

Author: pessoa / Labels: ,



Zaman zaman içinde, kalbur saman içinde, develer top oynarken, eski hamam içinde... Hasılı kelâm, yıkıldı hamam; üşüdüm üşüdüm üş oldum, bir torbacık keş oldum, keşimi elimden aldılar, beni yollara saldılar; yolda bir tarak buldum, tarağı tatara verdim; tatar bana at verdi, elime berat verdi; bindim gittim küheylana, vardım indim Hindistan’a. Hindistan’da kanlar akar, güzeller de bana bakar; tamam tamam temaşa, hoş geldin Bayram Paşa! Bayram Paşa’nın atları kiyir kiyir kişniyor, arpa saman istiyor; arpa saman yokmuş, kilimcide çokmuş; kilimci kilim dokur, üstünde bülbül okur; o bülbül benim olsa, ceplerim yemiş dolsa, diye çıktım yukarı, bir de baktım bir karı! Yüzünde elli duvak, duvağı açtım kabak, adamdan azma, dişleri kazma, ensesi telli, kurbağa belli; tozu dumana kattım, sıkı bir fiske attım; başladı feryada, koştular imdada; kendimi şaşırdım, Kaf Dağı’ndan aşırdım; göründü Sivas’ın bağları, Keloğlan’ın dağları; bu dağlara konalım; bir masal konduralım; harfi var, notası yok; yapacak ustası yok; başımda hindi, dinleyim şimdi;
Bir varmış, bir yokmuş. Allah'ın kulu çokmuş, çok söylemesi günahmış; develer tellal iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, memleketin birinde bir Keloğlan varmış..
Günlerden bir gün bu Keloğlan, o sokak senin, şu sokak benim dolaşırken iki taş arasında bir on para bulur; ama ne alsam, ne alsam diye düşünüp durur: “Üzüm alsam, çöpü çıkar! Erik alsam, çekirdeği çıkar! Et alsam hani ocak? Ot alsam hani bıçak? İyisi mi, kaygısız başım, ağrısız dişim; leblebi alırım da kütür kütür yerim; artanını da götürür anama veririm” der, alır leblebiyi, düşer yola... Yine şura senin, bura benim derken varır bir kuyu başına. “Acep ne kuyudur bu kuyu, içilir mi ki suyu?” diye eğilir bakar; amma derinmiş kuyu, görünmez suyu; daha daha eğileyim derken yarım leblebisi suya düşmesin mi? Keloğlan’ın da aklı başından gider:

.. “A kara kuyu, kara kuyu! Sen esirge benden bir yudum suyu... Sonra dönüp elsiz, ayaksız gel de, al elimden leblebiyi; hoppala yavrum, hoppala! Neredeymiş bu yağ, bu yağma? De hadi, verirsen ver leblebimi, yok, yoksa taşını kırar, başını yararım senin!” der, bir söyler, ses çıkmaz, iki söyler, ses çıkmaz; üçüncüsünde bir Arap bacı çıkar kuyudan: “Ne istiyorsun, Keloğlan?” diye sorar... Keloğlan da: “Ne isteyeceğim, leblebimi istiyorum” der. Arap bacı da: “A Keloğlan, yarım leblebin, su perisinin düğününe çerez oldu; koca bir düğün halkı yedi yedi bitmedi, hâlâ da yiyip duruyorlar; eksik, artık helâl et! Onun yerine sana öyle bir sofra getirdim ki, açıl sofram açıl dersin, açılır; yersin, içersin; sana da yeter, ona da yeter; ne tükenir, ne biter. Sonra kapan sofram kapan dersin, kapanır” der, demesiyle kaybolması da bir olur Arabın... Keloğlan: “bak hele şu kısmete, insanın kaşığına nasıl da çıkıyor” diye düşünür; sofrayı omzuna vurup eve döner.
Çındılpıt deyip kapıdan girince, anası onu şöyle bir tepeden tırnağa süzer, sonra ağız, dilden söz açıp: “Ne o yine Keloğlan, ağzın kulağına varıyor?” diye sorar. Keloğlan anasının sözünü ağzında kor: “Açıl sofram açıl” demesiyle önlerine öyle bir sofra açılır, öyle bir sofra açılır ki... Çeşit çeşit yemekler; baklavalar, börekler... Bu defa da anasının ağzı kulaklarına varır; yerler yerler bitmez; içerler içerler tükenmez; sonra “kapan sofram, kapan” der Keloğlan, sofra kapanır!
Bir gün böyle, beş gün böyle, “açıl sofram açıl, kapan sofram kapan” Ne od istiyor, ne ocak; ne kaşık istiyor, ne çanak... Günlerden bir gün Keloğlan, anasının karşısına dikilir: “Ana ana, canım ana! Şu konu komşuyu bir yemeğe çağırsak nasıl olur?” diye sorar. Anası da: “Aman deyim oğul, herkesin gözü götürmez, ya şu halimize göz değerse? Gene de sen bilirsin... Sen kendi başını kayır, öyle de olur, böyle de olur, ben yarım ekmeğin açı, yarım ekmeğin tokuyum” der, der ama Keloğlan bu söze omuz silker: “Bak hele, şu düşünüp kurduğun şeye!” der, gidip yedi mahalleye birden haber eyler ki, “nimetimi yesinler, devletimi görsünler de, kadir kıymetimi bilsinler!”
Akşama varmaz, bu haber koca memlekete yayılır. Aklı başındakiler: “Keloğlan, ne ocağın yanıyor, ne bacan tütüyor; elin adamlarını ne ile doyuracaksın” diye biraz kulağını bükmek isterler ama, o bu söze başını kaşır: “Misafir, umduğunu yemez, bulduğunu yer, herkesin kısmetinde ne varsa, kaşığına o çıkar; elbette tok oturanlar, aç kalkmaz ya?” diye savuşturur onları. Gelgelelim, ilde ne cingöz adamlar var! Öyle her akıntıya pabuç bırakırlar mı? “Keloğlan, daha bir baltaya sap olamadı, kendi karnını doyurdu da bizimki mi kaldı?” diye düşünür, çağırıltıya kulak asmazlar. Ancak, işin alayında olanlar:
“Keloğlan’ın gene bir oyunu var ama, gidip de görsek mi ki?” diye düşünür. Karınlarını tıka basa doyurup yollarını o yana doğrulturlar; bir de gelip görürler ki, görülmedik, işitilmedik bir sofra. Keloğlan: “açıl sofram açıl” diyor, açılıyor: gelen yiyor, giden yiyor, oğlan yiyip oyuna, çoban yiyip koyuna gidiyor, ne bitiyor, ne tükeniyor; misafirlerin ardı arası alındıkça “kapan sofram kapan” diyor, kapanıyor... Gelenler, görenler şaşırıp kalır buna... Hepsi de içinden “kanaat sofrası mı desem, keramet sofrası mı desem, ne desem, ne tükenmez bir sofra bu, Keloğlan’ın sofrası” diye geçirir, yedisinden yetmişine kadar herkes imrenir ve karınlarını, burunlarını doyurduktan sonra hep bir ağızdan:
“Neler yedi bu diş, ne altın oldu, ne gümüş; şimdiden geri, bize de böyle bir kanaat sofrası ihsan et; hey yeri göğü yaratan!” diye bir sofra duası yaparlar. Gelgelelim; sür sürelim; bu davet günü Keloğlan’ın başına gelen pişmiş tavuğun başına gelmez. Ne olur, nasıl olur? O gün, bu sofracık “sırra kadem” basar! İşte o zaman Keloğlan’ın gözleri faltaşı gibi açılır. Anası başını bir sallar, iki sallar da: “Demedim mi oğul herkesin gözü götürmez diye? Korktuğumuza uğradık işte! Şimdi yerde ara ki gökte bulasın... Ana sözü dinlemedikten geri, ben gayrı işine, aşına karışmam; ne halin varsa gör” der ve gene kendi yününü eğirmeye başlar.
Keloğlan “hele bir sorup soruşturayım” diye; önüne gelen kapıyı çalar; her gördüğüne sorar. Kabahati gelin etmişler de kimse oğluna almamış! Kimsecikler oralı olmaz; herkes, birbirinin üstüne atar: “kim ne yapacak; çalsa çalsa eskici baba çalmıştır” derler; bu, dünyasına küsmüş de: “Çok şükür, ben kendi elimle, emeğimle geçinip gidiyorum, elin sofrasında tasında gözüm yok benim. Alsa alsa Emeti Ana almıştır” der; ona gider, o da: “Kudret helvası desen bende, sabır meyvesi desen bende; elin balında, malında gözüm yok benim” der. Sözün kısası, yer demir, gök bakır; bu sofracığı kaşla göz arasında kimin aldığı bir türlü anlaşılamaz. O zaman Keloğlan kel başını kaşımaya başlar:
“Hımmm bildim, bildim, ne bu almıştır; ne şu çalmıştır; gene onlar yapmıştır bunu” der ve sihirli kuyunun yolunu tutar. Keloğlan, sihirli kuyunun yolunu tutar tutmasına ama, o gider yol gider, o gider yol gider, gölgesi de peşi sıra tin tin eder, derken akşamın bir saatinde kuyunun başına varır:
“A kara kuyu, kara kuyu! Bir verip, bir almak Allah’a yakışır, sen kimden öğrendin bu huyu? Perileri mi gönderdin? Pirleri mi gönderdin? Nettin, neyledin? Ben uyur, anam uyanıkkan sofrayı aldırdın evimden? Böyle dönek pazarlık olacaksa, ver sen de benim leblebiyi” der. Bir söyler, kuyudan ses çıkmaz, iki söyler ses çıkmaz, üçüncüsünde bir Arap bacı çıkar:
“Gene ne istiyorsun Keloğlan” der. Keloğlan da: “Ne isteyecek mişim, ya aldığın leblebiyi, ya verdiğin sofrayı. Öyle ya o gün, bugün doyduğum, doyacağım yok; anamın el kadar ekmeği de bana yetmiyor. İmdi elim boş, yüzüm kara dönemem” der. Arap bacı da: “Kem küm etme Keloğlan, senin yarım leblebi düğüne, derneğe harcandı; artanı da su perisine çerez oldu; bu defa da sana öyle bir değirmen getirdim, öyle bir değirmen getirdim ki... Sağa çevirirsen altın öğütür, sola çevirirsen, gümüş öğütür, bugüne de yeter, yarına da yeter, düğüne de yeter, bayrama da yeter! Bileğine kuvvet; çek çekebildiğin, çevir çevirebildiğin kadar” der, demesi ile kaybolması bir olur.
Keloğlan: “demek, kısmette bu da varmış” der, değirmeni yüklenip eve döner. Keloğlan, kapıdan girince anası baştan ayağa bir daha süzer onu: “Ne o Keloğlan, gene ne dolap çevirdin, gözlerinin içi gülüyor?” der. Keloğlan da “Ne çevirdiğimi, ne çevireceğimi şimdi görürsün! Sen hele kalk, iki torba bul, getir bana” der.
Anası kalkar, kıyıyı, köşeyi arayıp tarar; kırk yıldan kalma, iki torba bulup buluşturur; birinin kırk yerinde kırk deliği, ötekinin kırk yerinde kırk yamalığı var ama, ne ise...
Keloğlan soyunup dökünür; değirmenin başına geçer! Sağa çevirir, altın akar; sola çevirir, gümüş akar, Keloğlan’ın anası bakar da bakar, bakar da bakar; bir türlü gözlerine inanamaz. Sonra: “peh peh peh maşallah! Bu defa da kaybolmaz inşallah!” diye bir maşallah iki inşallah ile şeytanın elini, kolunu bağlar.
Keloğlan bir gün böyle, beş gün böyle... Gece demez, gündüz demez; ne durur, ne dinlenir, sağ eli yorulsa, sol elini atar; sol eli yorulsa, sağ elini atar; kâh şu yana, kâh bu yana çevirir; çevirdikçe de altın akar, gümüş akar; anası da dökülenleri devşirir toplar, sandık, sepet, küp, külek demez, doldurur...
Ama gelgelelim, Keloğlan, gelgeç akıllının biri... Bir gün olup kel başından yine kavak yelleri esmeye başlar; gece gezip, gündüz tozar; böylece haftalar, aylar geçer; bir sabah anası bakar ki, ne baksın, küpteki altınlar eriyip akmış; gümüşler de suyunu çekmiş... Ak bürçekli hatuncağız neye uğradığını bilmez; hemen oğlunun yanına seğirtir; bir de görür ki ne görsün! Keloğlan uyuz uykusuna yatmış, horul horul uyuyor; üç defa “lâhavle” çeker, dördüncüsünde burnuna bir kıl tüttürüp uyandırır: “Keloğlan, Keloğlan beğendin mi ettiğin işi?” diye olup biteni yana yakıla anlatır. Keloğlan yine başını kaşımaya başlar:
“Hay ana, bak hele şu hayıflandığın şeye! Şimdi seni altına boğar, gümüşe gark ederim, getir şu değirmeni!” der, der ama anası rafı dolabı altüst eder, yok! Bereket versin, aklına düşer de, üç defa “estane, mestane! Gel kapıma, gir evime; yitirdiğimi ver elime” der, demesiyle değirmenin ayaklarına dolaşması bir olur: “Vah vah, keşke sofra için de vaktiyle bunu okuyup üfleseydim” diye dövünür. Ne ise, değirmeni götürüp Keloğlan’ın karşısına diker. Keloğlan da “yâ Allah” der keçesinden doğrulur, “yâ Pir!” der, değirmenin koluna yapışır; ama sağa çevirmek ister, çevrilmez; sola çevirmek ister, çevrilmez! Paslı pasaklı değirmen çevrilir mi ya, çevrilmez vesselâm!
Anası ağzını açıp da he, yok demez ama, Keloğlan neye uğradığını bilmez; kel başını bir, bir daha kaşıdıktan sonra: “Hımm! Bildim, bildim... Bu ne cin işi, ne şeytan işi; bu gene onların işi! Bunu onların yanına bırakır mıyım sanki?” der, bir daha sihirli kuyunun yolunu tutar.
Az gider, uz gider; dere, tepe düz gider, bir de dönüp ardına bakar ki, bir arpa boyu yol gitmiş. Hele bir mola verip biraz kestireyim şunun şurasında der; bir dulda yer bulup uzanır; nice sonra gözünü açıp bakar ki kuyunun başından... Bir taş üstünde dinlenmeden, mendilini çıkarıp terini kurulamadan seslenir:
“A kara kuyu, kara kuyu, bir değirmen verdin ama, hani ya bunun suyu? Sağa çeviriyorum, çevrilmem diyor; sola çeviriyorum, çevrilmem diyor, ya terkettir bana bu huyu, ya da geri ver leblebimi” der. Bir durur, iki söyler; kuyudan ses çıkmaz; üçüncüsünde bir Arap bacı çıkar; bir dudağı yerde, bir dudağı gökte... Keloğlan’ın beti benzi atar, dili, dişi tutulur, ne “leb” diyebilir, ne “leblebi”, ne “kuyu” diyebilir, ne “suyu” Amma velakin Arap bacı:
“Ham hum etme Keloğlan, sana öyle bir tokmak getirdim, öyle bir tokmak getirdim ki, kim haksızlık ederse “kudur tokmağım kudur” dersin, kudurur. Vurur ha vurur, vurur ha vurur... Sonra “dur tokmağım dur” dersin, durur” der. Demesiyle kaybolması da bir olur.
Keloğlan: “demek kısmette bu da varmış. Her başa yazılan gelir” der. Tokmağı yüklenip eve gelir. Kapıdan girince anası: “Ne o gene Keloğlan, yüzünden düşen bin parça oluyor” der; Keloğlan da: “Görürsün şimdi gününü” der ve “kudur tokmağım kudur” diye bağırır. Vay sen misin diyen! Kara tokmak Keloğlan’ın kel başına inip kalkmaya başlar. Keloğlan “dur tokmağım dur” der, tokmak duymaz! Gene kel başın üstüne bir inip bir kalkar; Keloğlan iki göz iki pınar, bir daha “dur tokmağım der; bu defa da tokmak bu “vay vuy” arasında duru vur anlar; daha bir vurur, daha bir vurur. Keloğlan’ın kel başı, al kanlar içinde kalır. Sonunda can acısıyla avaz avaz bağırır da tokmak duyar ve durur.
Anası ocak başında oğlunun bu akıbetini görür; “gülsem mi, ağlasam mı” diye düşünür; ama ne güler, ne ağlar, sadece “bu akılsız başa bu tokmak bile az” diye söylenir. Bu söz üzerine Keloğlan köpürür, küplere biner ve anasının üstüne yürüyüp: “Kudur tokmağım kudur! Şu anam olacağa bir, bir daha vur!” der, der ama, tokmak kılını bile kıpırdatmaz. O zaman Keloğlan hanyayı, Konya’yı anlar ama, iş işten geçmiş olur. Öyle ya, suçun büyüğü kendinde.... O sofracığı çaldıran da kendi, el değirmenini paslandıran da. Ettiğine edeceğine bin pişman olup anasının eline eteğine varır.
“Ana ana, canım ana, hanımlardan hanım ana; ben ettim, sen eyleme” diye yalvarıp yakarır. Neye derler ki ana gibi yâr, vatan gibi diyar olmaz. Kel olsun, kötürüm olsun; ciğer paresini atar, atar ama başı darda kalınca da koşup tutar. Bundan ötürü Keloğlan’ın anası da kuzucuğunun garip garip meleyişine dayanamaz; suçunu, günahını bağışlar; sonra dizi dibine oturup bir güzel de öğüt eyler:
“A kel oğlum, keleş oğlum; yılan yılan iken toprağı bile kanaatle yalar. Bundan örnek alacak yerde gösterişe düşüp de elâlemi başına toplamasaydın, o sofracık ne yiter, ne biterdi; o güne de yeter, bugüne de yeterdi.
Haydi o sofracıktan oldun, ya şu değirmene ne demeli? Allah yine yüzüne bakıp haline acıdı da bari bu işe koşulup sebeplensin diye bir de tutup bunu gönderdi. Dört ayağını uzatıp Tembel Ahmet gibi yatacağına bu değirmenin kulpuna yapışılacağı gibi yapışsaydın; sağ elin durursa sol elinle; sol elin yorulursa sağ elinle çevirseydin; ne paslanır, ne küflenir; altın, gümüş dediğin evimize oluk gibi akardı.
Şimdi son pişmanlık para etmez ama oğul, başına böyle bir felaket tokmağı indikten geri, belki aklın başına gelir de bundan sonra, ya Allah’ın verdiği ile kıt kanaat geçinir gidersin; ya da tuttuğun, tutacağın işe koşulacağın gibi koşulursun. Günün birinde önü söğütlü değirmen olmazsan bile, gözümün bebeği, evimin direği olursun inşallah” der.
Öğüt olur da kim tutmaz ki, Keloğlan tutmasın! Ana öğüdü, öğütlerin anasıdır der; ekmeğini tuza batırıp oturacak yerde varır, bir zorlu işe koşulur; gece demez, gündüz demez, yorulur mu yorulur: evlerine altın oluk gibi akmaz ama, alın terinden öyle bir pırlanta yapar, öyle bir pırlanta yapar ki, görenler parmağını ısırır. Gerçi sofralarını, ne Arap bacı kurar, ne kum hacı kaldırır; ille velakin eli kolu dert görmesin, iki cihanda yüzü ak olsun, yine anacığı serer, anacığı derler; yerler, içerler, öte yana geçerler. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.

0 comments:

Popüler Yayınlar

Dost Sayfalar